Tükenmek yetmezdi. Duramaz ve ölemezdik. Hayatın önüne açılmış birer kalkandık. Fırtınadaki bir şemsiye gibi paramparça olmamız önemli değildi. Önemli olduğunu düşündük. Var olmanın dayanılmaz acısının içinde ufacık bir ışık huzmesi, ufacık bir umut aradık. Bulduğumuza inanıp sımsıkı sarıldığımız her aydınlığın görünmeyen karanlığında, kendimiz dâhil her şeyi kaybederek ve asla fark etmeyerek; daha büyük bir güçle tırnaklarımızı geçirdik sırtına yanlış umutların. Ama olmamıştı. Bitmek, hayatın bize sunduğu bir şey değildi. Sonsuza kadar acı ve eksiklik içinde kıvranacaktık. Umut yoktu. Yasaklanmış; isminin dahi anılması idam sebebiydi. Umudu tatmaya çalışan tüm ruhların kavanoza tıkılması gerektiğine inandılar. Umut; bizi öldüren Fosgen’e dönüşene kadar hapsedildik. Modern dünyanın orta çağ köleleriydik. Acılarımızın bizi biz yaptığına, her acının son bulduğuna inandırıldık. Son bulmadı. Öylesine alıştık ki son bulsun istemedik. Bir uzvumuz haline gelen duygularımızın beyniydi acı. Öyle ki tahammülümüz yoktu ışığa. Her çocuk bir yıldızdı ışık saçan. Tüm karanlığına rağmen gecenin, aydınlatırdı varlıkları. Delip geçerdi geceyi. Birbirinden farklı cezalarla acıyı kattık hayatlarına. Çünkü hiçbir yıldız sonsuza kadar kalamazdı. Her yıldızın sonu, bizim hayranlıkla izleyip ölümü üzerine dilek tuttuğumuz ve buna sevindiğimiz kuyruklu yıldız olmaktı. Aşklarımızın bile temeliydi bu ölüm. Aşk dilerdik ölümden. Bu denli kirli oluşu kelimelerimizin, bu denli siyah oluşumuzun sebebiydi; biz daha küçücük bir çocukken, gökyüzümüzden kalbimizin ortasına düşene kadar yanıp kül olan yıldızlar…
Okuduğumuz kitaplarda, Metrolarda, artık yalnızca şiirlerde bahsi geçen tren istasyonlarında kaybetmiştik ışığımızı. Kazanamazdık. Çünkü kaybetmeye gelmiştik. Ama kim sormuştu bize? Sonsuza kadar kaybedeceğimizi bilsek, imzalar mıydık taahhüdü? Okumamıştık sözleşme koşullarını. Kimse yüz binlerce kâğıdı okumazdı zaten. Kaybetmek neydi? Ne zaman kazanırdık? Kazanmak var mıydı? Asıl soru belki de “Kazanmak neydi?” olmalı. Atış poligonunda yarışan, hedefleri tam 12’den vuranlar mıydı kazananlar? Silahı hedefe çevirmeye korkup, tetiğe dokunmadan vazgeçenler miydi? Vicdanlarımız; ışığını hedefe vurmaktan korkan birinin silahını bırakışını izlerken, onun kocaman bir korkak olduğunu düşündüğümüzde kararmıştı. Silahları alkışlıyorduk. Karıncayı evine kadar bırakmaya çalışan çocukların o minicik parmakları ölümü alkışlıyordu. Çektiğimiz tüm acılara topraklama yapar gibiydik. Daha ne kalmıştı kaybedecek? Umut, rüzgârda savrulan bir yaprak gibi çekip gitmişti hayatımızdan. Sele boyun eğen bir dal parçası gibi. Arayışlarımızın bir parçası olamıyordu. Sonucumuz değildi ve olmayacaktı. Gitmişti ve farkında değildik. Bilmiyor ve görmüyorduk. Siyah beyaz fotoğraflara parmağını uzatarak; “Anne bu ben miyim? Ne kadar küçükmüşüm, baksana kocaman oldum!” diye gülümseyen çocuklara acıyı sevdirerek kaybetmiştik. Kaybetmek buydu. Yaşamımızın ortasında yanan ve hiç durmadan büyüyen bir yangını o zaman başlatmıştık. Mumlarımızı üfleyip zifiri karanlığın içine ruhumuzu o zaman bırakmıştık. Artık gölgelerden tavşan yapıp gülemezdik. Çünkü gölge olana kadar kaybettik. Kazanamazdık, kaybetmeye gelmiştik.