“İleride bir ev var. İşte o evle ilgili çok kötü rüya görmüştüm küçükken. Günlerce aklımdan çıkmamıştı.”
“Nasıl bir şeydi?”
“Anlatacağım, dur.”
Pek kullanılmayan ama kendi köylerine yakın olan yoldan girdiler Yeniköy’e. Hala asfalt bile değil. O taraftaki insanlar hayvan otlatmaya veya tarlaya giderken kullanırlar ancak. Ya da İrfan gibi köyün meydanına kestirmeden gitmek için...
Az biraz köyün içine girince eliyle bir yer gösterdi.
“İşte burada bir yerdeydi. Yıkılmış.”
“Nasıl hatırlıyorsun ta o zamanki rüyayı?”
“Çok korkmuşum demek ki. Yaklaşık yirmi beş yıl oldu ama hâlâ hatırlıyorum.”
Yücel’in bir şey demesini beklemeden devam etti:
“Küçükken de bakkal yoktu köyde. Buraya gelirdik yürüyerek. Sokaklarda dolaşan bir kadın vardı, adı Deli Sevim’di. Korkardık hepimiz. Konuşamıyordu, üstü başı dağınık ve kirliydi. Bazen yerdeki çer çöple oynardı. Benim gibi haşere çocukları da onunla korkuturlardı hep. ‘Bak, Deli Sevim geliyor, otur yerine!’ gibisine.”
“Neyse, rüyamda da böyle yürüyoruz. Yanımda köyden çocuklar var. Onlar diyorlar ‘Bak, Deli Sevim burada oturuyor,’ diye. Gerçekte başka yerde oturuyormuş ama rüya işte. Biz de koşa koşa kaçıyoruz. Meydandaki bakkaldan alışveriş yapıyoruz. Dönerken Deli Sevim’in evinin yandığını görüyoruz. Tahtalar düşmüş, evin içinde onu da görüyorum. Alevlerin içinde çok feci biçimde yanıyor. Bağırıyor, inliyor. Ama bize de saldırıyor bir yandan. Sanki alevleri arkasına alıyor, güçleniyor. Tek kişi kalıyorum birden. Yadırgamaya fırsatım bile olmuyor. Koşuyorum, koşuyorum. Aynı bu geldiğimiz yoldan ana yola kadar koşuyorum. Ana yola çıktığımda nefes nefese kalmışım. Arkama dönüp gelen giden var mı diye bakıyorum. Birden önüme bizim Broadway çıkıyor. Babam Dağardı’ndan dönmüş oluyor. Arka koltuğa atıyorum kendimi. O anda uyanıyorum. Uyandığımda nasıl terlemişim ama var ya. Uzun süre tek başıma uyuyamamıştım.”
“Ürkünçmüş.”
“Buna benzer bir tane daha var. Gene bizim köydeki çocuklarla buraya gelmişiz. Bu sefer ne işimiz var anımsamıyorum. Arada elimize para geçince alışverişe gelirdik buraya. Ulan biz oynuyoruz sokakta, birden Deli Sevim peşimize takılıyor. Başlıyor bizi kovalamaya. Nasıl korkuyoruz ama hepimiz de… Çil yavrusu gibi etrafa dağılıyoruz. Yaşıtlarımdan hızlı koşardım ben. Ondan yakalanmam sanıyorum. Koşabildiğim kadar hızlı koşuyorum, içim rahat biraz. Annem Simav’daki panayırdan yeni kapüşonlu hırka almıştı o zamanlar. O hırkanın kapüşonundan beni bir yakaladı bu. Arkaya doğru eğildi vücudum. Şaşkınlığı, korkuyu bir anda yaşadım. Beni yiyeceğini falan sanıyorum, öyle bir korku bu. Sonra tam elini tenime değdirecekken uyandım.”
“Ne Sevim’miş be…”
“Yaşıyormuş hâlâ, ama yaşlanmış epey. Selma ablanın komşusuymuş. Arada yemek götürüyormuş ona.”
“Kim Selma?”
“Yok mu, bizim köyden gelin geldi buraya.”
“Çok iyi anlattın abi.”
“Lan oğlum köyün çıkışında evleri var hani. Hatta uzaktan bizim akrabalar.”
“Hee, hatırladım.”
“Hayret.”
“Çok kötü anlattın ama kabul et.”
“Sen nasıl anlatırdın?”
“Sütçü Kenan’ın kızı desen bilirdim.”
“Adam düğünlerde komik oynuyor diye, bir onu biliyorsun zaten köyden.”
“Çok güzel oynuyor ama. Sonraki düğünde ‘youtube’a atacağım onun oynayışını. Ünlü olacak, ünlü…”
İrfan, eliyle bir yeri gösterdi gene.
“Şu köşede bakkal. Git al gel. Kahveye oturalım az. Yordun beni. Çay içelim birer tane.”
“Tamam, otur sen. Geliyorum şimdi.”
İrfan, bakkalın hemen karşısındaki kahvenin bahçesine girdi. Gölge bir yer kestirdi gözüne. Oraya giderken kahvenin kapısından bir çay söyledi kendine.
Yaşlıca bir adamdı kahveci. Yüzü aşinaydı ama asla adını, kimlerden olduğunu bilmiyordu. Sigarasını alıp gelen Yücel, hızlı hareketlerle oturdu masaya. Sigara paketinin jelatinini söküp bir tane yaktı hemen.
“B*k gibi sigaralar var sadece ya.”
“Şimdilik idare etsin de araba tamir olunca rahatlarız.”
“Onun da bozulacağı tuttu.”
“Çay söyledim ben. Ne içeceksen söyle.”
“Gelince söylerim, hiç kalkamayacağım şimdi. Yoruldum.”
“Adam yaşlı, bir daha bir daha getirtme.”
“Of, tamam.”
Sigaradan derin bir nefes çekip kahvenin kapısına kadar gitti.
“Amca, bir çay daha alalım biz.”
“Beş on dakikası var çayın. Haberiniz olsun.”
“Tamam tamam, sorun yok.”
Yerine oturunca derin bir nefes daha aldı.
“Valla asfaltı kağıdın arasına koyup içsem daha fazla zevk alırdım herhalde.”
“Hişş, söylenmek benim hakkım. Hiçbir kârım yok bu işten. O değil de çay neden gelmedi ya?”
“Beş on dakikası var demişti. Unuttum söylemeyi.”
“Biz nasıl yaşlanacağız lan?”
“Ne alaka şimdi?”
“Bir km yol yürüdük, iflahımız kesildi. Oğlum, harbi spor yapmamız lazım.”
“Yedi düvel biliyor abi bunu. Ama sadece yedi kişi yapıyor. O da ‘instagram’ sayesinde. Fotoğraf atamayacak olsalar onlardan da sadece ikisi yapardı. Gerçekten inanıyor musun spor yapacağına?”
“Oğlum haklısın da bizim yaşlılığımız çok berbat olur. Hastalıklar içinde kıvranırız. Ne sağlıklı beslenme ne spor.”
“Bence yaşlılıkta neler yaşayacağın azıcık da şans. Her gün spor yapanlar da ileride hastalık içinde geçirebilir.”
“Dedem mesela her gün spor mu yapıyordu? Doğru diyorsun. Adam ilk iğnesini yetmişlerinde yedi.” “Kaygısızdı rahmetli. Bence tüm dertlerin ilacı bu.”
“Ne demişler: Duvarı nem, insanı gam yıkar.”
Kahveci elinde tepsiyle bahçeye çıktı. Bir bir dolaştı içecek isteyen masaları. Gençlerle az sohbet etmek için en son onlara uğradı.
“Siz yabancısınız yalım, görmedim sizi hiç buralarda.”
“Tepeköylüyüz dayı biz. Buradan değiliz.”
“Hadi ya, köyün içinden geldiniz de…”
“Araba arızalandı da sigara almaya geldik yayan.”
“Hee, kimlerdensiniz Tepeköy’den?”
“Asmacı İsmail’in oğlu var ya öğretmen. Onun oğullarıyız.”
“He len, biliyorum ben babanızı. Emekli olmuştur gari o.”
“Oldu oldu, beş yıl oluyor.”
“Hayırdır neye geldiniz köye, gezmeye mi?”
“Evi tamir ettiriyoruz da. Hem hava alalım dedik.”
“İyi iyi, ayağınızı çekmeyin köylerden. Şimdilerde herkes bayramdan bayrama geliyor." İç geçirdi biraz.
“Hadi selam söyleyin babanıza. Urgancı Halil’in selamı var deyin, o bilir.”
“Aleykümselâm dayı, söyleriz.”
“Normal değil mi?”
“Ne normal değil mi?”
“Şimdikilerin bayramdan bayrama gelmesi…”
“Normal…”
“Köyler doğa açısından güzel ama insan bir kere teknolojiye alıştı. Al, araba bozuldu, iki gündür bacağımız kaybolmuş gibi zorlanıyoruz.”
“Her şey değişiyor. Kimseyi suçlayamayız bunun için. Yaşlandıkça da zor kabulleniyor insan.”
“Öyle de yaşlılar şunu istiyor: Kimse köylerden gitmesin. Herkes anasının babasının dizinin dibinde otursun. Böyle bir dünya yok. Artık kabullenmeliler insanın köyde geçinemeyeceğini ve modern ihtiyaçlarına köyün çözüm bulamayacağını.”
“Önder Özen var ya spor yorumcusu, o bir programda ‘Değişimler sancılıdır.’ demişti. İşte bu sancıları yaşıyor köydekiler. Dünya çok fazla değişiyor ve ayak uyduramıyorlar. Eski düzen gitmesin istiyorlar. Herkes bunu ister oğlum. Alışkanlıkları terk etmek zordur. Özellikle toplumsal alışkanlıkları…”
“Valla ben nefret ediyorum geleneklerden. Bizde çok fazla gereksiz kural var, yalan mı? Neymiş büyüğe saygı, bacak bacak üzerine atma, sesini yükseltme, vesaire, vesaire. Bir insan benden yaşça büyük olabilir ama kişiliği leş gibiyse ben neden elini öpeyim ki onun? Bizim toplumumuz bunu bekliyor ama.”
“Mantıken bakıldığında öyle. Fakat bu insanlar modern dünyanın etik kurallarıyla yoğrulmadı. Hepsi eski düzen ahlaki ilkelere sahip. Onları mutlu etmek için onların dilediği gibi davranmak ince bir davranış olur. Kabul ediyorum, kimse bunu yapmak zorunda değil. Ama kendinden taviz vermeden bu kurallara uymak ince bir davranış olur. Sonuçta onlar bilerek o düşüncede değiller. Onlara öyle öğretildi. Bu nedenle onları tamamen dışarıda bırakmak doğru değil. Kişiliği leş olanlar hariç tabii ki. Akrabalardan falan bahsediyorum.”
“Çok haklısınız, Sayın Felsefe Öğretmeni İrfan Kul.”
“Dalga geçme lan. Z kuşağı değil misiniz, hepiniz aynı lacivertsiniz.”
“Sen sanki gelenekçilikten yıkılıyorsun ha. Benden daha fazla sevmiyorsun gelenekleri belki de.” “Sevmemek başka, ama ben o insanları anlamaya çalışıyorum. Benim derdim insanlarla değil, benim derdim toplumsal alışkanlıklarla.”
“Neyse neyse, hadi çayını bitir de gidelim bir an evvel. Beton atacaklar daha. Geç kalırsak babam laf eder.”
İrfan çayını bitirirken Yücel ona takılmaya devam ediyordu.
“Ne çok konuşuyorsun birader ya, hemen işi sosyolojiye bağla, hemen ben filozofum ayakları. Çayını bile içemedin konuşmaktan.”
Ayaklanırken aklına bulaşık deterjanı geldi İrfan’ın.
“Hişş, boş yapma da bulaşık deterjanı istemişti annem. Onu al, gel. Çayları vereyim ben.” “Unutmuştum ha, iyi hatırlattın.”
Kahve ile bakkalın ortasındaki yolda buluştular.
“Gel bu sefer şu yoldan yürüyelim. Başka şeyleri hatırlarım belki.”