Çürük meyveler gibi kuru, güçsüz ve ölüme hazır, beklentileriyle bir kuytuda durmuş ve nefesini gökyüzüne usulca bırakmıştı.
Çünkü ağlayamadı kadın. Silemedi kendi elleriyle yarattığı o sert duruşu. Bir kere ayağı takılsa bin kere uçurum içerdi. Dayanmak güzeldi de geceleri sızlayan o sessiz, çiçek kokan uslu yarası ne zamana kadar dururdu öyle?
Dururdu elbet, diye söylendi. Ne günler geçti de nankörlük etmedi ona, bir evlat gibi sarıp sarmalanan ince bıçak. Çok yol oldu buradan adamın gözlerine. Sürü sürü yaş oldu aradığının bulunduğunu sanan hikâyenin içine. Yine de hiç düşmemişti bugüne kadar gölün duru aksine damlaları.
Bir kara delik misali içine çekiliyordu hüznün. Nasıl bu kadar kaba oluyordu dünya? Anlayamazdı, anlasa da kaldıramazdı serçe kalbi bunu. En iyisi yine bırakmaktı dakikalara, saatlere, yeni güne...
Nefesiyle barışan gökyüzünün altın yıldızları ona ilaç olmalıydı. Tuzlu peri kokusu, taze yakamoz, tıngırdayan iki gitar yayı. Hep severdi bu üç sihri.
Sonra uyandı. Bir mavi parıltı düşüyordu gözlerine o sabah, sanki dün kalbi hiç kırılmamış gibi o, narin ve güzeldi hâlâ.